Sıkılmayan Her Kurşun Iskalar

"Pedalın çevrilmesiyle sağlanan bir aydınlatma düzeneğine sahip bisikletiniz olduğunu düşünün. Gece sürüşü için, yolumuzu aydınlatan ve yönümüzü bulmamızı sağlayan bir ışık elbette gereklidir (bu teorik düşünmedir). Ama ışık olabilmesi için, dinamonun tekerleğin hareketiyle dönmesi gerekir. Tekerleğin hareketi ise bizim yaşam tercihimizdir. Sonra yol alınabilir. Ancak karanlığın içinde çok kısa bir süre için bile olsa pedal çevirerek başlanmalıdır. Başka bir deyişle, teorik düşünme daha baştan belli bir yaşam tercihini gerektirir, ama bu yaşam tercihi sadece teorik düşünme sayesinde ilerleyebilir ve belirgin hale gelebilir."

-Pierre Hadot


Hiçliğin ortasında birden bire açık bir bilinç var olsaydı, o an ne düşünürdü gerçekten merak ediyorum. Milyonlarca yıllık evrimsel süreç sebebiyle insan; bazı özelliklere doğuştan sahip olsa da bu özelliklerden biri, zihnimizde bir şeylerin canlanmasına sebep olabilir mi? Daha öncesinde somut bir ortamda duyu organları vasıtasıyla herhangi bir bilgi edinmeden veya deneyimlemeden bazı sezgisel formlara, Platon'un deyimiyle "idea"lara sahip olabilir miyiz?


Subjektif olarak değerlendirince aklıma gelen ilk örnek, yeni bir renk hayal edememek oluyor. Pratikte tecrübe etmediğim bir renk hayal etmeye çalışmak, zihnimin karanlık noktalarında farları olmayan bir bisikletle gezindiğimi hissettiriyor. Elbette önünüzü görmeden düşe kalka da olsa bisikletle bir yöne doğru hareket edebilirsiniz. Ama böyle bir durumda ne gitmeyi hedeflediğiniz yer ne gittiğiniz yol ne de katettiğiniz mesafe hakkında üzerine düşünebileceğiniz bir veriye sahip olamazsınız. Yol almanın, yürümenin felsefesini yapmadan önce yola çıkmak gerekir. Hayatının ilk adımlarını atan bir bebek, beş dakika önce etrafında dolaşan ebeveynleri hakkındaki izlenimlerinden çok daha farklı bir deneyime sahip olacak ki yürümeye başlar başlamaz yüzünü coşkulu bir tebessüm kaplasın. Kısacası pratik, teoriğe yön verir diyebiliriz. Günümüzde teorik düşüncenin kökenleriyle ilgili radikal sayılabilecek iddialar bulunmaktadır. Kimi bilim insanları; bilincin var olduğunu, büyük ahlaki değerler barındırdığını ama herhangi bir biyolojik işlevi olmadığını iddia eder. Buna göre bilinç, belirli beyin süreçlerinin gereksiz bir yan ürünüdür. Örneğin jet motorları gürleyerek çalışır ama gürültü uçağın ilerlemesini sağlamaz veya insanların karbondioksite ihtiyacı yoktur ama her nefeste havaya karbondioksit salarız. Benzer bir şekilde bilinç de karmaşık sinir ağlarının ateşlenmesi sonucu ortaya çıkan bir tür zihinsel kirlilik olabilir; hiçbir işe yaramaz, sadece vardır. Eğer bu yaklaşım doğruysa milyonlarca yıldır milyarlarca insanın çektiği acı ve yaşadığı haz, sadece zihinsel bir kirlilikten ibarettir. Gelecekte bu görüşü çürüten başka veriler ortaya çıkabilecek olsa bile üzerinde durulması gereken bu görüşün, güncel bilimin bize sunabildiği en iyi teori olması şaşırtıcıdır. Buna dayanarak düşünürlerin genel sıkıntısı olarak gözlemlediğim husus da zihnin bu kirliliği ve gürültüsü içinde kendi düşüncelerinde boğulmaları. Hedefi vurmak ve ateş etmek zordur ama sıkılmayan her kurşun ıskalar diyip harekete geçmek gerekir. Aldous Huxley bu sıkıntıya karşı "Başlamak için en uygun zamanı beklersen hiç başlamayabilirsin; şimdi başla, şu anda bulunduğun yerden, elindekilerle başla." der. Çünkü harekete geçilen andan itibaren teorik düşünce alemi için veri toplamaya başlanır. Toplanan verilerin işlenmesi neticesinde istikametimiz hakkında çıkarım yapıp gerekirse yönümüzü yeniden tayin edebiliriz. Bu uğurda harcanan enerji de göz önünde bulundurulduktan sonra bizi önceden hesapladığımız hata payına götüren her varyant, tekrar harekete geçmeden önce daha düşük bir hata payıyla eylemlerimizi gerçekleştirmemizi sağlar. İşlenen verilerin kümülatif doğasının ışığıyla yavaş yavaş aydınlanma gerçekleşir. Bu açıdan zengin bir düşünce dünyasına ve tecrübeye sahip olan birey, bundan sonra atacağı adımları daha doğru atar. Buna istinaden pratik-teorik karmaşasını bizzat yaşayıp çareyi pratikte bulmuş biri olarak konuya farklı bir perspektiften yaklaşmak istiyorum. Yaşamaya devam etme arzumu sabote edecek majör depresyon vb. bir psikiyatrik sorunum olmamasına rağmen ve daha önce psikolojimi tahrip edebilecek herhangi bir travma da geçirmemiş olmama rağmen felsefi olarak çok derin bir boşluğa düşmüştüm. Bu durum; soyut kavramları içselleştirebilecek yaşa gelmiş her insanın başına gelebilecek, halihazırda bilinen ve çağımızda maalesef giderek yaygınlaşan bir olgu. Âdeta önümü göremesem bile ilk kez pedallamama yol açan bir refleks gibi... Varoluşsal krizlerle eşliğinde teorik düşünce aleminde geçen birkaç yılımda, hayatın anlamı vb. soyut kavramlar üzerine fazlaca kafa yormuştum. Sabırla analiz ederek yaklaştığım bu sürecin sonunda hayatın anlamsız olduğu ve sonlandırılması gerektiği çıkarımlarına vardım. Bu süreçten uzun uzadıya bahsetmek istemiyorum zira bağlamımız bu değil. Çıkarımlarımın mantıksal olarak doğru olduğunu varsayalım. Nietzsche'nin çok önceden uyardığı nihilizm tehlikesi gelip çatmıştı ve onun uyarısını kulak ardı eden insanların dünyaya getirdiği bir birey olarak sorgulamaya başladıktan sonra birden tüm bu kaosun ortasında kendimi savunmasız bulmuştum. Bütün bu boşluk hissinin ise özgürleşmekten kaynaklandığı fikrine kapıldım. Galiba özgür olmuştum ve bunu test etmek istedim. Hayatını gözden çıkarmış biri olarak kaybedecek hiçbir şeyim yoktu. Bundan cesaret alarak konfor alanımdan bir daha dönmemek üzere çıktım. O ilk adımı attım, ilk pedalı çevirdim, ilk defa bisikletimin farları ışıldadı ve önümü görmeye başladım. İlk adım benim için kısıtlı imkanlarla da olsa yurtdışına çıkmaktı. Üzerinde güneş batmayan imparatorluğun merkezi olan Londra'yı ve benim kanaatime göre dünyanın en iyi üniversitesi olan Oxford Üniversitesini görmek için İngiltere'ye gittim. Bu deneyimin ardından yıllar içinde onlarca kitap okudum, ülkeler gezdim, bol bol dans ettim ve yaşama dair incelikleri daha iyi görmeye başladım. Çokça çılgınca şey yaptım. Yaşamın vazgeçilmez olmadığının farkına varmadan önce bomboş bir hayat geçiriyordum. Farkına vardığımda hayatımı sonlandırıyordum. Hayatımı sonlandırmayıp ölümüne yaşamaya karar verdiğimde ise pedal çeviriyordum. Pratik ve teorik arasındaki ilişkiyi içselleştirme sürecim böyle tecelli etti. Hayatın ve insanın absürtlüğü, bir paradoks gibi görünen ilk pedalı atmamın sebebiydi. Kendimi öldürmenin bile anlamsız olduğu böyle bir dünyada yapacak hiçbir şeyim olmadığı için sadece biraz saçmalamak istemiştim. Saçma bir varoluşa karşı saçmalamak, sergileyebileceğim en tutarlı tutumdu. Çekingenliğime rağmen güleryüzle tanımadığım insanları dansa kaldırdım, bir paraşütle yerden yüzlerce metre yükseklikte gökyüzüne açıldım, bir oksijen tüpüyle denizin derinlerine daldım ve bir sırt çantasıyla dilini bilmediğin insanların ülkelerine doğru yola çıktım. Karanlığa rağmen ilk pedalı çevirdim. Bazen önümü göremediğim için ilk pedalı yolun dışındaki çalılara ve dikenlere doğru atsam da şimdiye kadar hiç uçuruma denk gelmedim. Çalılardan zorlansam da dikenlerden kanasam da uçurumdan korkmuyorum. Bence asıl korkunç olan hiç pedallamadan durmak ve belki de sonsuz bir varoluşa katlanmaktır. Bu durumda pedallamamak elde değil çünkü hayat, bizi ızdırap içinde yaşamaya mahkûm edebilecek doğrusal bir yapıda değil. 


Sonuç olarak yol nereye çıkarsa çıksın durup beklemekten iyi olacaktır. Söz konusu olan, pratik ve teorik arasında bir paradoks mevcutmuş gibi gösteren bu bisiklet alegorisi ise yalnızca illüzyondan ibarettir.



Türkiye Felsefe Kurumu

Ulusal Felsefe Olimpiyatı Finalisti Yarı Final Yazısı

Final Yazısı İçin: https://4lptr4um.blogspot.com/2022/04/hepimiz-ayn-renk-olursak-gokkusagmz.html?m=1

Comments