Kan Her Yerde Kırmızıdır

"Emperyalistler, her tür tekniğin anlamının doğa hâkimiyeti olduğunu öğretiyor. Ama eğitimin anlamının, çocukların yetişkinler tarafından hâkimiyet altına alınması olduğunu belirten kamçılı bir eğitmene kim kulak asmak ister? Eğitim öncelikle nesiller arası ilişkinin gerektirdiği düzen değil midir yoksa? Ve bu şayet böyleyse ve ille hâkimiyetten söz edilmek isteniyorsa söz konusu olan, çocukların değil de o ilişkinin hâkimiyeti olmamalı mıdır? Teknik için de aynı şey geçerlidir: Doğanın hâkimiyeti değil, doğa ile insanlık arasındaki ilişkinin hâkimiyeti. İnsanların tür olarak binyıllardır kendi evrimlerinin sonuna ulaştıkları doğrudur ama tür olarak insanlık daha yeni başlamıştır."

-Walter Benjamin


Evrende çevresindeki diğer varlıkların etkisinden muaf olan, tamamen bağımsız ve sadece etkileyici bir varlık mevcut olabilir mi?


İnsanlar bugün gelinen noktada, eylemlerini meşrulaştırmak için türlü safsataların ardında gizlenmektedir. "İlk ben vurmasaydım şu an ölü olabilirdim." ve "Büyük balık küçük balığı yer." gibi cümleler herhangi bir durumda hakikati saptırmaya meyillidir. Vurulan kişi de küçük balık da umursanmaz. Bu durum kısa vadede domine eden tarafın işine gelir. Fakat doğadaki her şey etkileşim halindedir ve otoriter girişimler çoğu zaman uzun vadede tahribata yol açan kısır döngülere sebep olur. Bunun müsebbiplerini tarihin her çağında meclislerde doğanın hâkimiyetinden bahsederken bulabiliriz. Doğayı içselleştirmek yerine doğayı da bir araç olarak gören makyavelizm perspektifi, Shakespeare'in değindiği karşılıklı etkileşimi göz ardı eder: "Bizi yaralarsanız kanamaz mıyız? Gıdıklarsanız gülmez miyiz? Zehirlerseniz ölmez miyiz? Ve zulmederseniz öç almaz mıyız?"

Proletarya-burjuvazi, kadın-erkek, doğa-insan, çocuk-yetişkin ve benzeri arasında herhangi birinin hakimiyeti mümkün değildir. Bu ikililerin tamamı ilinekseldir. Proletarya olmadan burjuvazi, kadın olmadan erkek, doğa olmadan insan ve çocuk olmadan yetişkin var olamaz. Bütün bunlar, birbiriyle mutualist bir ilişki içinde gelişmiştir ve hiçbiri sadece etkileyen yapıda değildir. Göz ardı edilemeyecek kadar çok ortak paydaya sahiplerdir. Kan, ter ve gözyaşının biçimi hiçbir coğrafya değişiklik göstermez. Cesare Pavese'nin deyimiyle "Ay herkes için vardır, yağmur da hastalıklar da. İnsan yeraltında da sarayda da yaşasa, kan her yerde kırmızıdır."

Yirminci yüzyılın başında, bir dizi çığır açan yeniliğin ardından Walter Benjamin, insanlığın yeni başladığı öngörüsünde bulundu ve bugün haklı olduğunu daha net görebiliriz. Bir yüzyıl içinde Dünya nüfusunda milyarlarca kişilik artış meydana geldi. Tarihin en büyük savaşlarına imza attık ve türümüzü yok edebilecek teknolojiler geliştirdik. Evrimsel süreç, insanların fosil yakıtlarla çalışan araçlarının hızına yetişemedi. Bunun sonucunda kendimizi, günümüzde insanın evrimleşmiş olduğu koşullarla alakası olmayan beton bloklar içinde ve sanal platformlarda bulduk. Kendi doğamızdan giderek uzaklaşırken savunma mekanizması olarak daha bencil yaşam tarzları geliştirdik. Süreçler önemsizleşti, her şey sonuç odaklı hâle geldi. Araçlar ise amaca dönüştü. Nesneler arası, özneler arası ilişkileri ve etkileşimi kavrayabilenlerin oranı, belki de tarihte hiçbir zaman böylesine düşük olmamıştı. Refah(?) artışıyla kimse, kimseye ihtiyaç duymaz hâle geldi. Sadece etkileyici varlıklar olduğumuzun illüzyonuna kapıldık. Walter Benjamin, bunun için "Düşüncesi olmayan, yanılgısında huzur bulur." demişti. Peki bu yanılgılarda huzur bulan devekuşumsu insanlar, ne zaman yetiştirilmeye başlandı?

İnsanların yetiştirilmesi ve eğitimi, uygarlığımızda anlamlı bir çıraklık modeliyle başlamıştı. Atalarımız birbirine tehlikeden nasıl korunacağını, daha iyi nasıl beslenileceğini birinci elden aktararak öğretmişti. Bu sistemde ustanın nâmı, asistanın referansı olmaktaydı. Ustanın iyi olduğu biliniyorsa, onun elinden geçen çırakların da daha iyi olacağına inanılıyordu. Ancak toplum geliştikçe, eğitim sistemi de onunla birlikte değişti ve artık modern eğitim sisteminde ustanın kim olduğu önem teşkil etmiyor. Çünkü standart müfredatlar içerisinde her hoca, öğrenciye aynı metotla aynı tarifi veriyor. Tarifi en iyi ezberleyen öğrenciler de sınavlarını verip diplomasını alıyor. Bu noktada referans olan, artık ustadan ziyade okulun kendisi oluyor ama bu durum, okulların alametifarikası değil. Prestiji olan okullar, daha farklı bir eğitim verdikleri için değil, öğrencileri daha seçici bir şekilde kabul ettikleri için prestij kazanıyor. Böylece en iyi okulları, en iyi ezber yapabilen öğrenciler belirlemiş oluyor. Peki nasıl oldu da bu ezberci sisteme geçildi?

Zamanla din, toplumlarda en belirleyici ve muktedir element hâline geldi. İktidarın ve gücün meşruiyeti pek çok yerde dine dayalıydı. Bu sebeple özellikle batı medeniyetlerinde pek çok sayıda çocuk, çıraklıktan vazgeçmeye ve bunun yerine dil bilgisi okullarına katılmaya başladı. Bu okulların isimleri değişse de işlevleri aynıydı: Kutsal metinleri ezberlemek ve çoğaltmak. Bu tür okullarda standardizasyon mutlak bir kuraldı. Öğrencilere, hatayı en aza indirmeleri ve verimli çalışmaları öğretildi. Yaratıcılığa tolerans yoktu ve genel normlardan sapanlara hoşgörüyle yaklaşılmazdı. Bu eğitim sisteminin devamında yaşanan en büyük kırılma on dokuzuncu yüzyılda meydana gelen iki tarihi olay ile gerçekleşti: Prusya ordusunun Napolyon'a karşı mağlubiyeti ve sanayi devrimi. Prusya bu hezimet karşısında tüm ülkede sekiz yıllık zorunlu temel eğitim seferberliği başlattı. Daha çok okuyan, aritmetik bilen ama aynı zamanda asker gibi itaat edebilecek olan insanlara ihtiyaç duyuldu. Dolayısıyla sivillerin eğitimi askeri bir düzene, üniformalara ve sıkı bir disipline dayandırıldı. On dokuzuncu yüzyılın sonunda bu sistem, ABD'de de uygulanmaya başlandı ve zamanla tüm ülkelere yayıldı. ABD bu sistemi asker yetiştirmek için değil, yoğun göç dalgalarını hızlı bir şekilde istihdam etmek için kullanmıştı. Her çırağa bir usta bulmak, nüfustan ötürü artık mümkün olamayacağı için, tek bir ustanın onlarca çırağa kara tahtada çizerek ders anlattığı ve giderek teorik hâle gelen modern eğitim sistemi doğdu.


Maddenin doğasına ve evrenin yapısına ilişkin sorular soran bireylerin yetişmediği bu günlerde, çeşitli unsurların aralarındaki ilişkilerin hâkimiyetine inanmak revaçta değildir. Daha derinlikli bir eğitim ise lüks değil mecburiyettir. Aksi takdirde böyle bir sistem içinde yetişen nesillerin sebep olduğu kısır döngülerin kırılması giderek zorlaşacaktır.

Comments